Khaled Hosseini'nin son derece başarılı ilk romanı Uçurtma Avcısı'dan etkilenmiş herkes bu devam kitabından da fazlasıyla memnun kalacak. Hosseini katlanılamaz görünen olayların -şiddet, sefalet ve taciz- yer aldığı hikâyeleri anlatmak, okunabilir kılmak konusunda çok yetenekli.
O, karakterlerinin yaşadıkları korkunç olayları örtmüyor, bunun yerine doğrudan anlatımı, betimleyici tarzı ve hikâyenin mutlu sona doğru ilerlediğini belli eden kurgusuyla bu trajedilerin katlanılabilir hale gelmesini sağlıyor.
Uçurtma Avcısı savaşa ve günümüz Afganistan'ındaki etnik düşmanlıklara rağmen normal bir hayat yaşamaya çalışan iki çocuğun hikâyesini anlatıyordu. Bin Muhteşem Güneş ise aynı hikâyenin kadın tarafı, hem iki kadının hem iki şehrin -Herat ve Kabil- hikâyesi. Başlangıçta Herat yakınlarında, evlenmemiş annesiyle birlikte yaşayan Meryem'in dünyasını görüyoruz. O kadar üzücü bir dünya ki bu... Zavallı Meryem sara hastası annesinin yükünü çekmek zorunda ve hayattaki tek mutluluğu Herat'ta sinema işleten, bir gün kendisini de yanına alacağını umduğu ikiyüzlü, sevimli babasının haftalık ziyaretleri.
Ama Hosseini olayların akmasından hoşlandığından Meryem'in durağan hayatına uzun süre takılıp kalmıyoruz, daha birkaç sayfa çevirmişken kızın annesi ölüyor ve duygusuz babası onu Kabil'den bir tanıdıklarıyla evlendiriyor. Burka (Afganistan'a özgü bir tür çarşaf) giymesinde ve misafirler geldiğinde üst katta saklanmasında ısrar eden bir yabancıyla yaşamak zorunda olmanın yarattığı travmaya rağmen, özellikle hamile kaldığında, kocasından ilgi ve şefkat görebileceği umudu yeşeriyor Meryem'in içinde. Ama Hosseini, kadınların sadece 'doğuran' olarak görüldükleri bir toplumda çektikleri çileyi bütün canlılığıyla gözler önüne seriyor; yaptığı düşüklerin ardından evlilik Meryem için hapishaneye dönüşüyor...
Afganistan kurtulacak!
Sabırsız okuyucu tam da Hosseini'nin bir sonraki adımının ne olacağını sorgulamaya başladığında, Meryem'in hayatından, kızının eğitim görmesi gerektiğine inanan liberal bir babanın kızı olan Leyla'nın hayatına geçiyoruz. Bu, Meryem'i dışardan görmeye başlamamız demek: Leyla onunla hiç konuşmasa da, örneğin, bir gün "ayakkabıcı Raşit burka giymiş karısıyla önlerinden geçiyor." Hosseini, her peçenin altında gizli hikâyeleri olan bireylerin olduğunu hatırlatıyor bize. Eğitimi, tutkuları ve fikirleri olan bir genç kız Leyla ve onun bir de kendisini sinemaya ve seyahate götüren zeki bir erkek arkadaşı var. Yazar, Meryem ve Leyla'nın zıtlığını ortaya koyarken anlıyoruz ki sadece birbirinden farklı iki bireyi anlatmakla kalmıyor, günümüz Afganistan'ının karmaşık yapısını da okuyucuya aktarmaya çalışıyor.
Roman ilerledikçe, kitap okuyor olmanın ötesinde, tarihi bir dersi de gözlemliyor olduğunuz hissi güçleniyor. Hosseini, cahil Batılılara bu kadınların hayatının politik arka planını anlatmak söz konusu olduğunda aşırı dikkatli davranıyor. Leyla'nın çocukluğunun geçtiği (Sovyet kontrolündeki) dönemden, kardeşinin mücahitlere katıldığı ve sekiz yıllık savaşın ardından Rusların savaşı kaybetmeye başladıkları söylentilerinin çıktığı döneme kadar adım adım ilerliyoruz. Ancak Rusların ülkeden atılmalarının ardından mücahitlerin nasıl özgürlük savaşçılarından aşırı muhafazakârlara dönüştüklerini açıklamaya çalışan yazarın dili, zaman zaman didaktik bir ton kazanıyor.
Ama Hosseini, Afgan politikasının iniş çıkışlarına takılı kalmıyor. Enerji dolu anlatımı politika ve ev hayatı arasında gidip gelirken Leyla'nın ailesinin başına gelen felaketlere doğru ilerliyoruz. Sonunda onu öksüz, yetim ve yapayalnız buluyoruz.
Leyla, Raşit'in kendisini ikinci karısı olarak almasına izin vermek zorunda kalıyor. Bir felaket diğerini izler, aileler parçalanır, dayaklar ve tehditler kadınların gündelik hayatının sıradan parçaları haline gelirken, romanın aşırı bir melodram havası kazandığını düşünebilirsiniz ama Kâbil'de tanıştığım kadınları ve bana anlattıkları kadınları düşündüğümde, yazarın anlattıklarının gerçek hayattan kesitler olduğunu görüyorum. Bin Muhteşem Güneş, kocalarının zulmü karşısında iki kadının geliştirdikleri dostlukla beraber şiirsel bir ton kazanıyor. Bu kadınların sevgiye dair tek umutları birbirleri; fiziksel ve duygusal olarak hayatta kalmalarını ise sadece bu sevgiye ve Leyla'nın çocuklarına besledikleri sevgiye borçlular.
Hosseini, Batı'nın zihnine kazınmış olan Afganistan görüntüsüne meydan okumuyor ama onu zenginleştiriyor, bu resme bildiklerinin ışığında büyük bir anlayışla yaklaşıyor ve böylece onun kaleminden Afganlar duyguları olan kanlı canlı insanlara dönüşüyorlar. Bütün bu sürecin arkasında çok büyük bir umut var ve eğer romanda bir sorun varsa, bu öyküsünde ya da bu öykünün anlatılmasının gerekçelerinde değil, anlatım biçiminin yalınlığında. Hosseini'nin anlatımı çok doğrudan ve sadece politik gerçekliği değil, onu yaşayan insanların duygu ve deneyimlerini de tek tek etiketleyerek okuyucuya sunuyor. Bu ister sevgi olsun ister nefret, her farklı bir duygu, belki aşırı denebilecek bir netlikte ele alınmış.
Yazarın, Afganistan'ın kurtulacağına inanma arzusu romanın sonlara doğru aşırı duygusal bir havaya bürünmesine neden oluyor. Şüphesiz Taliban'ın gitmesi Afgan kadınları açısından olumlu bir gelişmeydi ve karakterlerin bundan güç almalarına şaşırmamalıyız; ama son bölümde yağmurların gelmesi, sinemaların açılması, çocukların oyun oynamaları ve yetimhanenin yeniden inşa edilmesiyle okuyucu, ister istemez Hosseini'nin Afganistan'ın bastırılmış insanlarının yeniden hayata dönmelerine duyduğu özlemin romana dayanaksız bir son kurgulamasına yol açtığını hissediyor.
The Guardian'dan çeviren Zeynep Heyzen Ateş
BİN MUHTEŞEM GÜNEŞ
Khaled Hosseini, Çeviren: Püren Özgören, Everest Yayınları, 2008, 430 sayfa