Sadece “Git!” diyebildi, gözlerini kısmış ona bakarken. Üzgündü ama şaşkın değil. Kulakları uğuldamıyor, yaşananlar tek tek gözünün önünden geçmiyordu. Kızmıyordu da ona; ama üzgündü işte, buna engel olamıyordu.
Sessizce çekildi çocuk, eşyalarıyla kapıya vardığında dönüp ona baktı, kapıyı kilitlemeyi hiç ihmal etmezdi; ama kıpırdamıyordu bile. Bir an geri dönmeyi düşündü, yapamadı, gitmeliydi. Onu hiç bu kadar kararlı görmemişti…
Sanki her şey önceden planlanmıştı. Yirmi dakikaya yakın kıpırdamadı yerinden. Ne açık kalan kapı ne de kaynayan yemeğin tıkırtısı… hiçbir şey, hiç kimse umurunda değildi o anda. Vakti gelince kalktı yerinden, ocağı kapattı ama kapıyı kilitlemeyi ihmal etti yine. Odasına doğru ilerledi, çekmeceden ilaçlarını çıkardı, masanın üzerine bıraktı. Birkaç saniye ne yapacağını hatırlamak ister gibi durdu. Sonra yine mutfağa yöneldi, bir bardak su alıp döndü. İlaçları özenle çıkarıp içti.
Ayağa kalktı yeniden, etrafa göz attı. Eline ilk geçen elbise parçasıyla başladı evi toplamaya. Sanki her şey mükemmel olsun istiyordu. Onun giydiği terlikleri kaldırdı, hiç kullanılmamışlarcasına. Sonra ona giymesi için verdiği babasının pijamalarını aldı. Onları da kullanılmayan kıyafetlerin arasına kaldırdı. Bu evde ondan bir iz bırakmayıncaya kadar sürdü bu toplama işi.
Her şeyin tamam olduğundan emin olduktan sonra bilgisayara doğru ilerledi. Tam bu sırada midesinde şiddetli bir acı hissetti. Gülümsedi, demek ki ilaçlar işe yarıyordu.
Bilgisayarı açtı, önce resimleri sildi; ona ait olan, onu andıran… hemen sonra onun için yaptığı sunuları, yazdığı öyküleri, mektupları elektronik posta kutusuna aktardı. Evet, bu bilgisayarda da ondan bir iz kalmamalıydı. Ama kıyamıyordu, tüm katılığına rağmen, her saniyesinde onu yaşayarak yaptıklarını bir kalemde silmeye. Zaten Internet sitesindeki resimleri de bırakmıştı olduğu gibi. Peki ama madem saklayacaktı bütün bunları, neden yerlerini değiştirdi? Kendi kendisine yönelttiği soruyu bir çırpıda cevapladı : “İllaki birisinin eline geçecekse tüm bu anılar, o kadar da kolay olmamalıydı onlara ulaşmak…” kimbilir belki de sadece kuruntuydu bunlar, kimse aramayacaktı bile onları…
Bunları düşünürken midesindeki sancı iyiden iyiye artmıştı. Her zaman yaptığı gibi eline bir defter alıp oturmak istedi. Günlükleri geldi o anda aklına, onlardan da kurtulmalıydı. Yapabileceği en iyi şeyin onları iyice sarıp çöpe atmak olduğunu düşündü.
Evet, evi toplamış, bilgisayarını temizlemiş, günlüklerinden kurtulmuştu.
Oturma odasına geçip bir sigara yaktı. Midesinde hala korkunç bir sancı vardı. Yine düşündü olanları. Eğlenceli başlayan arkadaşlıklarının nasıl tutkulu bir aşka dönüştüğünü, birlikte ne kadar iyi vakit geçirdiklerini, ne kadar mutlu olduğunu hatırladı. Ona yine eğlenceli bir geziye çıkmayı teklif edecekti çocuk kaçırdığı gözleriyle karşısına dikildiğinde.
Yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu hissetmişti. Bunu bekliyor muydu? Bu soruyu kendisi de cevaplayamadı. Ve her şeyi başlatan o sözü söyledi çocuk : “Ben… aşık oldum…” Ne diyebilirdi ki, hangi sözün kıymeti vardı o anda? Kıymeti olsa neyi değiştirirdi? Sadece “Git!” diyebildi , gözlerini kısmış ona bakarken. İnanmayı hiç başaramadığı tanrısıyla arasında bir uçurum daha oluşmuştu. Daha üç-beş ay önce tüm kalbiyle dua etmişti, onun kalbini istemişti, onun kendisini sevmesini, onunla kalmasını…
Tüm bu olanları düşünüyor, midesindeki sancı kalbindeki sızıya karışıyordu. Yine de kızamıyordu ona. Ne kızabiliyor ne bir damla gözyaşı dökebiliyordu. Hatta ve hatta üzülüyordu onun için! Yo, elinin tersiyle ittiği bu sevgi için değil; bilakis ona yükleyeceği bu büyük sorumluluk için. Tüm olanların sebebi olacağı için. Bu küçük yaşta onu böylesine bir vicdan azabıyla baş başa bıraktığı yetmezmiş gibi onu ömrü boyunca bu acıyla yaşamaya mahkum edeceği için. O da hiç istemiyordu bu günahın sebebinin o olmasını ama yapamıyordu işte. Ömründe ilk kez bencil olacaktı, bencil olmak istiyordu. Çocuk o sözleri söylerken ondan kendisini öldürmesini istiyordu açık açık. Nasıl silebilirdi ki onu? Nasıl kıyacaktı ona? Kıyamadı, onu öldürmeye kıyamadı ve “maktul” olmayı seçti işte. Her şey bu kadar basitti. Herkes tercihlerini yaşar ve yaşatırmış ne de olsa. Ama bunu herkes bilmeliydi. Kağıt-kalem almak için eğildi; ancak onlara erişemedi. Ağrısı iyice artmıştı. Ağrısı arttıkça yüzündeki gülümseme artıyordu…
İşte, sonunda oluyordu, geliyordu beklediği an. Her şey bulanıklaşırken onun yüzü belirginleşiyordu hayalinde. Gülümsüyor, “Seni görünce seni ne kadar özlediğimi daha iyi anladım.” diyordu ve sarılıyordu, sımsıkı, bırakmayacakmışçasına.
Ve işte şimdi uğulduyordu kulakları. Bu uğultuya da alıştı sonra. Hatta arkada çalan şarkıyı bile ayırt edebilir hale gelmişti. Çocuğun ona dinlettiği, her korktuğunda kulağına eğilip söylediği şarkı çalıyordu. Şarkıyı duyunca birkaç damla yaş aktı gözlerinden. Yine korkuyordu ama şimdi onu bu şarkıyla teselli edecek kimsesi yoktu. Yine “tıklım tıklım yalnız”dı. Çocuğun hayali zihninde bulanıklığa karışıyordu yavaş yavaş, kulaklarındaki uğultuysa şarkıyı duymasını engeller olmuştu…
Açık kapıdan girenler kurumuş gözyaşlarına rağmen gülümseyen bu yüze bir anlam veremediler. Bu nasıl bir hüzündü ki insanı böylesine gülümsetiyordu? Açık gözlerine bakanlar onlardaki sönmüş parıltıyı fark edebiliyorlardı. Öyle ki içlerinden birisi kendi kendine söylendi: “Tıpkı yeşil bir sonbahar…”
Didem ÇİL